Hocalı katliamı, birkaç yüzyıldır devam eden Karabağ sorunu çerçevesinde gerçekleşmiş bir trajedidir.
Karabağ’ın en stratejik bölgelerinden biri olan Hocalı’da yaşayan Türkler, yaklaşık beş
ay boyunca ablukaya alınmışlar ve temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılmışlardır. 25-26 Şubat 1992
tarihlerinde ise öldürme dâhil pek çok kötü muameleye maruz kalmışlardır. Ermeniler tarafından
gerçekleştirilen bu eylemler, 1948’de imzalanan Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması
Sözleşmesi’nde düzenlenmiş bulunan soykırım suçunun unsurlarıyla paralellik göstermektedir. Soykırım
suçu, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin kabul edilmesiyle birlikte
uluslararası hukukun konusu olmuştur. 1951’de yürürlüğe giren bu sözleşme, soykırım suçunun gerçekleşmesini
bazı koşullara bağlamıştır.
25-26 Şubat 1992 tarihlerinde meydana gelen Hocalı katliamı1, insanlık tarihinin kaydettiği
en vahşi eylemlerden birisidir. Yukarı Karabağ sorunu içinde gerçekleşmiş pek çok
trajediden birisi olan bu katliam, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 09.12.1948’de
kabul edilen ve 12.01.1951’de yürürlüğe giren “Jenositin Önlenmesi ve Cezalandırılması
Hakkındaki Sözleşme”de2 düzenlenmiş olan soykırım suçunun gerçekleşmesi için
gerekli olan şartlar açısından değerlendirilmeye muhtaçtır. Bu sözleşme, Almanya’da
Naziler tarafından Yahudilere karşı yapılan eylemlerden hareketle benzeri fiillerin
cezalandırılması amacıyla imzalanmıştır. Sözleşmede belirtilen ve soykırım suçunu
oluşturan fiiller, Hocalı’da Azerbaycan Türklerine yönelik olarak gerçekleştirilen
eylemlerle paralellik göstermektedir. Aşağıda, Hocalı katliamı bu sözleşme açısından
değerlendirilecektir. Bu değerlendirmenin sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi
için öncelikle Yukarı Karabağ sorununun tarihî gelişimi kısaca özetlenecek ve 25-26
Şubat 1992’de Hocalı’da meydana gelen katliamla ilgili bilgiler verilecektir. Ardından
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde düzenlenmiş olan soykırım suçu incelenecek ve bu sözleşme, Hocalı katliamına uygulanacaktır. Hocalı’da
gerçekleştirilen katliam yalnızca bu sözleşme çerçevesinde ele alınacak, uluslararası
hukuk açısından kabul gören diğer belgeler kapsam dışı tutulacaktır.
1. Yukarı Karabağ Sorunu
Yukarı Karabağ sorunu, tarihî Karabağ toprakları içinde yer alan bir bölgede ortaya
çıkmıştır3. Kaynağı itibarıyla oldukça geriye giden bu sorun, on dokuzuncu yüzyılda
belirginleşmiştir. Bu sorunun temelinde, gerek Azerbaycan’ın gerekse Ermenistan’ın
bölgenin tarihî olarak kendilerine ait olduğu tezi yatmaktadır. 1905 yılında taraflar
arasında başlayan çatışmalar önce Çarlık Rusyası, ardından da Ermenilerin Nisan
1920’de başlattığı isyan üzerine Kızıl Ordu tarafından bastırılmıştır4. Yukarı Karabağ
sorunu, Azerbaycan’ın ve Ermenistan’ın Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti
(RSFSC) 5 idaresi tarafından işgaliyle birlikte, uluslararası bir mesele olmaktan çıkıp
RSFSC’nin iç sorunu hâline gelmiştir. Stratejik öneminden dolayı bölgeyi doğrudan
kendine bağlamayı düşünen Sovyet yönetimi, daha sonra bu kararından vazgeçmiş ve
5 Temmuz 1921 tarihinde Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Kafkas Bürosu,
Yukarı Karabağ’ın Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içinde özerk bir
bölge hâline getirilmesi kararını almıştır6. Bu karardan memnun olmayan Ermeniler, kararın değiştirilmesi yönünde taleplerde bulunmuşlardır. Ermenilerin itirazlarına
rağmen Yukarı Karabağ’ın statüsü değiştirilmemiş ve Azerbaycan ile Ermenistan
arasındaki bu sorun, olayların tırmanmaya başladığı 1980’li yılların ortalarına kadar sön
(dürül) müştür7.
SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte, Yukarı Karabağ ile ilgili olarak
Ermenilerin talepleri yeniden gündeme gelmeye başlamıştır. Bölgede yaşayan Türklere
saldırarak onları göçe zorlayan Ermeniler, bazı girişimlerde bulunmaya başlamıştır.
Ermenilerin bu yönde attığı ilk adım, üyelerinin çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu
Yukarı Karabağ Konseyi’nin Azerbaycan’dan ayrılarak Ermenistan’a bağlanma
yönünde aldığı 20 Şubat 1988 tarihli karardır. Azerbaycan, Ermenistan ve SSCB
Yüksek Konseylerine bildirilen bu karar, SSCB Anayasası’na aykırı olduğu gerekçesiyle
Azerbaycan Yüksek Konseyi tarafından reddedilmiştir. Ayrıca SSCB Komünist Partisi
Merkez Komitesi de Yukarı Karabağ Konseyi’nin kararını kabul etmemiş ve 12 Ocak
1989’da Yukarı Karabağ’ın yönetimini devralarak özel bir komisyona bırakmıştır. Ancak
komisyonun başarılı olamaması üzerine SSCB Yüksek Konseyi, 28 Kasım 1989 tarihinde
Yukarı Karabağ’ın yeniden Azerbaycan’a bırakılmasına karar vermiştir. Bu gelişmenin
ardından Yukarı Karabağ Konseyi ile Ermenistan Yüksek Konseyi, 1 Aralık 1989’da
Yukarı Karabağ ile Ermenistan’ın birleşmesi kararını almışlardır. Azerbaycan Yüksek
Konseyi ile SSCB Yüksek Konseyi, birleşme kararının geçersiz olduğu yönünde bir irade
sergilemişlerdir. Bu süreç, karşılıklı alınan kararlarla devam ederken Ermenilerin Yukarı
Karabağ’daki Türklere yönelik sistematik saldırıları artmıştır8.
Azerbaycan, Ermenistan ve SSCB arasında devam eden mesele, SSCB’nin dağılması
ve Azerbaycan ile Ermenistan’ın bağımsızlıklarını ilân etmesiyle yeni bir aşamaya
taşınmıştır. Yeni bir ivme kazanan Yukarı Karabağ’daki gelişmeler arasında önemli olan
hususlardan biri de Azerbaycan Yüksek Konseyi’nin 26 Kasım 1991’de Yukarı Karabağ’ın
özerklik statüsünü feshetmesi ve bölgeyi doğrudan doğruya kendi merkezî idaresine
bağladığını ilân etmesidir. Ermeniler tarafından kabul edilmeyen bu kararın ardından,
Yukarı Karabağ Konseyi, 6 Ocak 1992’de bağımsızlığını ilân etmiştir. Ermenistan tarafından bile tanınmayan bu bağımsızlık ilânıyla SSCB birliklerinin bölgeden
çekilmesi eş zamanlı olarak ortaya çıkmış ve taraflar arasındaki çatışmalar artık savaşa
dönüşmüştür9.
Yukarı Karabağ’daki çatışmaların yerini, Azerbaycan ve Ermenistan devletlerinin
millî ordularının taraf olduğu savaş aldıktan sonra Karabağ sorunu, uluslararası
toplumun gündeminde daha çok yer tutmaya başlamıştır. Özellikle Türkiye’nin ve
Rusya’nın soruna müdahil olmasıyla birlikte, taraflar arasında görüşmeler başlamıştır.
1992 yılından itibaren Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) 10, bu süreçte
görüşmelere zemin teşkil etmiştir. İlk defa Şubat 1992’de yapılan toplantılar, 24 Mart
1992’de alınan bir kararla kurularak AGİK bünyesinde faaliyete geçen ve “Minsk
Grubu”11 olarak bilinen bir çatı altında devam etmiştir12. AGİT çerçevesinde faaliyetlerini
hâlâ devam ettiren Minsk Grubu, 1994 yılı içinde birkaç aşamada ilân edilen ve resmî
anlaşmayla sağlanan ateşkes dışında, bugüne kadar sorunun çözümünde somut bir
ilerleme sağlayamamıştır.
Uluslararası toplum içinde soruna ilişkin irade sergileyen önemli hukuk kişilerinden
biri de BM’dir13. Ermenilerin Yukarı Karabağ’ı işgal etmesinin ve bölgedeki Türkleri
tamamen sürmesinin ardından, BM Güvenlik Konseyi bir dizi karar almıştır. Bu
kararlardan ilki, 30 Nisan 1993 tarihlidir. 822 sayılı bu kararda14, bölgedeki devletlerin
toprak bütünlüğüne ve egemenlik yetkisine saygı duyulması gerektiği, uluslararası
sınırların kuvvet kullanma yoluyla değiştirilemeyeceği ve Ermeni birliklerinin Yukarı
Karabağ’da işgal ettikleri Kelbecer ve diğer bölgelerden geri çekilmeleri gerektiği ifade
edilmiştir. BM Güvenlik Konseyi 29 Temmuz 1993 tarihli ve 853 sayılı ikinci kararında da 822 sayılı karara atıf yapmış, Ermeni birliklerinin Yukarı Karabağ’da işgal ettikleri
Ağdam ve diğer bölgeleri terk etmeleri çağrısında bulunmuştur. BM Güvenlik Konseyi,
konuyla ilgili olarak 874 ve 884 sayılı iki karar daha almıştır. 14 Ekim 1993 tarihli olan
874 sayılı kararda16, taraflar doğrudan görüşmelere çağrılırken 12 Kasım 1993 tarihli
ve 884 sayılı kararda17 ise önceki BM Güvenlik Konseyi kararlarına atıf yapılarak
Ermeniler tarafından Azerbaycan topraklarında gerçekleştirilen işgal kınanmış ve
Ermenistan’ın Yukarı Karabağ’daki Ermenilere yaptığa yardıma son vermesi istenmiştir.
Ayrıca Ermenistan’dan, Yukarı Karabağ Ermenileri üzerindeki etkisi dikkate alınarak
BM Güvenlik Konseyi kararlarını hayata geçirmesi talep edilmiştir. Görüldüğü üzere,
uluslararası toplum açısından Yukarı Karabağ topraklarının Azerbaycan’a ait olduğu ve
bu toprakların Ermeniler tarafından işgal altında tutulduğu hususlarında herhangi bir
tereddüt yoktur.
2. Hocalı Katliamı
Yukarı Karabağ toprakları içinde yer alan Hocalı, sorunun sürdüğü yıllar içinde Ermeniler
tarafından çeşitli saldırılara maruz kalmıştır. Bu saldırıların ortaya çıkmasındaki temel
sebeplerden biri, Hocalı’nın stratejik öneme sahip olan konumudur. Bölgedeki tek
havaalanının bulunduğu Hocalı, aynı zamanda Karabağ’ın merkezi olan Hankendi’nin
elektrik hattının ve Bakü-Hankendi Demiryolu ile Bakü-Şuşa karayolunun geçtiği bir
yerleşim birimidir. Bu sebeple Ermeniler, Hocalı gibi stratejik öneme sahip bir yerleşim
biriminden Türkleri tamamen sürmeyi amaçlamışlardır18.
Yukarı Karabağ sorunu esnasında, Hocalı da stratejik konumu sebebiyle çatışmaların
yaşandığı bir yerleşim birimi konumundaydı. Ekim 1991’den itibaren Ermenistan devleti
ordusu ile Yukarı Karabağ’daki Ermenilerden oluşan silahlı birliklerin ablukası altında
olan şehre, 30 Ekim 1991’de karayoluyla ulaşım imkânı da kalmamıştır. Tek sivil ulaşım
aracı olan helikopter 28 Ocak 1992 günü Hocalı’ya ulaşmış, bu tarihten sonra hava
yoluyla ulaşım da imkânsız hâle gelmiştir. Son askerî helikopter ise 13 Şubat’ta Hocalı’ya
ulaşarak yiyecek ve yakıt nakli yapmıştır. 2 Ocak 1992’den itibaren elektriğin kesildiği
Hocalı’da, Şubat ayının ikinci yarısından itibaren abluka yoğunlaşmış ve şehir, her gün
toplarla ve ağır silahlarla bombardımana tutulmuştur. Azerbaycan devletinin herhangi
bir yardım gönderemediği Hocalı, Ermeni silahlı birliklerinin kuşatması altında yiyecek,
yakıt, vb. temel ihtiyaç maddelerinden yoksun bir hâle getirilmiştir.
Hocalı katliamı olarak nitelenen olay, 25 Şubat 1992 gecesi başlamıştır. Hankendi’nde
bulunan SSCB döneminde kalma 366. Motorize Alay’a bağlı ve çoğunluğunu Ermenilerin
oluşturduğu birliklerin desteğiyle Ermeni silahlı birlikleri, Hocalı’daki sivil halka
saldırmışlardır. Şehirde bulunan ve ağır silahlardan yoksun gönüllü sivil birliklerin cılız
savunması karşısında Ermeni birlikler, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan katliama
girişmişlerdir. 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i yaşlı, toplam 613 kişi öldürülmüştür. Sekiz
aile tamamen yok edilmiştir. Saldırılar sonucunda 487 kişi sakat kalmış, 1275 kişi ise
alıkonulmuştur. Alıkonulanların bir kısmı serbest kalmış ancak önemli bir bölümünden
herhangi bir haber alınamamıştır. Saldırıda öldürülen insanların cesetleri incelendiğinde
cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, değişik organlarının kesildiği
anlaşılmıştır20.
Hocalı’da sivillere yönelik yapılan bu saldırı, uluslararası basının da dikkatini çekmiş
ve bu katliamla ilgili pek çok haber yapılmıştır21. Ayrıca olayın mağdurlarının ve mağdur
yakınlarının ifadeleri de basına konu olan haberlerle örtüşmekte, hatta katliamın canlı
tanıklarının anlattıkları, basına yansıyanlardan daha büyük bir vahşetin gerçekleştiğini
göstermektedir. Bu konuda, yazılı ve görüntülü ortamda pek çok tanığa ait ifadeler
mevcuttur.
13. Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndede Soykırım
Suçu
3.1. Soykırım Suçunun Tanımı
09.12.1948 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi ile müstakil bir suç niteliği kazanan soykırım suçunun23
tanımı, 2. maddede yapılmıştır. Ancak tanımın yapılmasında Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi’nin başlangıç kısmı ile 1. maddesi, bu tanımın alt yapısını
oluşturmaktadır. Sözleşmenin başlangıç kısmında soykırımın BM’nin ruhuna ve
amaçlarına aykırı olduğu, uygar dünya tarafından lanetlendiği, tarihin her döneminde
insanlık için büyük kayıplara yol açtığı, uluslararası hukuk açısından bir suç teşkil ettiği
ve bu iğrenç suçtan insanlığın kurtarılması için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğu
belirtilmiştir. Bu bağlamda 1. maddeyle önleme ve cezalandırma görevi düzenlenmiştir.
Sözleşmenin 1. maddesine göre sözleşmeye taraf olan devletler, gerek savaş gerekse
barış zamanında önlemeyi taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç
olduğunu teyit etmişlerdir.
Sözleşmenin başlangıç kısmı ve 1. maddesi değerlendirildiğinde, soykırımın
uluslararası hukuka göre bir suç olarak kabul edildiği görülmektedir. Yalnızca devletler
değil gerçek kişiler de soykırım suçundan sorumlu tutulabilmektedir. Bunun dışında
devletlerin sorumluluğu da yalnızca soykırımın cezalandırılmasıyla sınırlı olmayıp aynı
zamanda soykırımın önlenmesini de kapsamaktadır. Yani sözleşmeyle devletler, suçu
önleme ve cezalandırma yükümlülüğü altına girmektedir. Ayrıca soykırım suçunun
işlenebilmesi, sadece savaş zamanını değil, barış dönemini de içine almaktadır24.
Soykırım suçunun tanımlandığı 2. madde, “Soykırımı Oluşturan Eylemler” başlığını
taşımaktadır. 2. maddeye göre millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubu kısmen veya tamamen
ortadan kaldırmaya yönelik olarak işlenen ve beş bent hâlinde belirtilen aşağıdaki
fiillerden her biri, soykırım suçunu oluşturmaktadır:
a. Grup üyelerinin öldürülmesi,
b. Grup mensuplarında ciddî bedenî ve zihnî zarara sebep olma,
c. Grubun fizikî varlığını kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olarak
kasten yaşam şartlarını değiştirme,
d. Grup içinde doğumları önlemek amacıyla tedbirler dayatma,
e. Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletme.
2. maddede ilk ele alınması gereken husus, maddede işaret edilen gruplardır.
Soykırım suçunun esası, bir grubu yok etme niyetine dayanır. Grubu ortaya çıkaran
sosyal ilişkilerin dayanağı olan grubun niteliği, bu suçun özünü teşkil eder ve soykırım
da doğrudan doğruya bu ilişkiyi hedef almaktadır25. Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi’nde düzenlenen mağdurların kimliği, soykırım suçunun
temel özelliklerinden birini oluşturmaktadır26.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde, soykırım suçunun
mağduru olarak belirtilen grupların tespitine yönelik bir ölçüt yoktur. Bu sebeple
ulusal ve uluslararası mahkemelerin çeşitli davalarda yaptıkları yorumlarla bu
grupların kapsamı belirlenmiştir27. “Millî, etnik, ırkî ve dinî” başlıkları altında sayılan
gruplar doğumla belirlenen, kalıcı üyeliğe bağlı olan ve sabit nitelikli topluluklardır. Bu
grupların ortak özelliği, reddi mümkün olmayan ve irade dışında süreklilik arz eden
yapılar olmasıdır28. Sayılan gruplar dışında kalan siyasî, kültürel, ekonomik, vb. gruplar,
sözleşme kapsamı dışında kalmıştır29. Ayrıca mağdur olan gruplar, sayısal olarak azınlık
olabileceği gibi bulundukları toplum içinde çoğunluğu da teşkil edebilirler30. Kısacası,
sözleşmede belirtilen gruplar sayma yoluyla belirlenmiştir. Soykırım suçu, sınırlayıcı
bir şekilde sayılan bu gruplara yönelik olabilir. Bunların dışındaki gruplar, sözleşmenin
korumasından yararlanamazlar. Bir başka husus da bu grupların toplum içindeki
gücünün ve konumunun dikkate alınmamış olmasıdır. Nüfus yoğunluğuna sahip olmak,
ekonomik açıdan güçlü olmak, ilgili coğrafyada hâkim kültürü temsil etmek gibi ölçütler
soykırım suçuna maruz kalınmayacağına karine teşkil etmemektedir.
2. maddede tanımı yapılan soykırım suçunun gerçekleşebilmesi için, bahsi geçen
grupların bir grup olarak, kısmen veya tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Buradaki “grup olarak” tabiri, anlam doğuracak şekilde yorumlanmak durumundadır.
Suçun mağdurları, söz konusu gruplardan birine mensup olmaları dolayısıyla failin
hedefi olmalıdırlar. Kısacası soykırım suçu, bireylerden ziyade bireylerin oluşturduğu
gruba yöneliktir31. Soykırım suçunun faili açısından “grup olarak” kavramı, grubu
meydana getiren ve oluşturan özelliklerden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, grupların
seçilme gerekçeleri değil, grupların hedef olarak seçilmesi önem taşımaktadır32. Bu da
ortaya, kitle hâlinde mağdurları ortaya çıkarmaktadır33. Soykırım suçunun mağdurları,
bahsi geçen grupların mensubu olarak algılanıp damgalandıkları ve hedef seçildikleri
için hukuka aykırı eylemlerin muhatabı olmaktadırlar34. Dolayısıyla mağdurların kesin
olarak bu gruplardan herhangi birinin üyesi olup olmaması, suçun faili açısından
önemlidir ancak eğer mağdurlar söz konusu gruplardan birinin üyesi olmasa bile failde
böyle bir algı varsa bu da yeterli kabul edilmektedir.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde dikkat çekici bir
başka mesele de belirtilen grupların “kısmen veya tamamen imhası”nın aranmasıdır.
Sözleşme, grupların tamamen ortadan kaldırılması şartını aramamış, kısmen imhayı da
yeterli bulmuştur. Bu noktada, “kısmen imha” kavramının “tamamen imha” tabiri kadar
kesinlik içermediği görülmektedir. Değişken niteliğine ve değişik ölçütleri akla getirme
ihtimâline binaen, “kısmen” tabiri için nitelik ve nicelik olarak “esaslı ve belirgin” bir
topluluğu, mahkeme kararları çerçevesinde kabul etmek gerekmektedir35. Nicelikten
kast edilen, grubun büyük bölümünün ortadan kaldırılmasıdır. Grubun hedef alınan
kısmıyla hayatta kalanları arasındaki kıyas, önemli bir ölçüttür. Mağdurların sayısı ile
ulaşılmak istenen hedef arasında mantıklı bir oran bulunması hâlinde, “kısmen” tabiri
karşılanmış olacaktır36. Diğer yandan nitelikten anlaşılması gereken ise grubun liderleri,
önde gelen isimleri ve önemli kişileridir. Ayrıca “tamamen imha” tabiri de o grubun
üyelerinin dünyanın her yerinde ortadan kaldırılması olarak anlaşılmamalı, grubun
önemli bir bölümüne yönelmiş olması yeterli kabul edilmelidir37. Dolayısıyla “kısmen
veya tamamen” tabiri, yalnızca rakamların aritmetik özelliğine veya gücüne göre değil
bahsi geçen grupların değişik kıstaslar çerçevesindeki ağırlığına göre tespit edilmektedir.
3.2. Soykırım Suçunun Unsurları
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre soykırım suçu, iki
unsurdan oluşmaktadır. Soykırım suçunun ilk unsuru olan maddî unsuru (actus reus),
2. maddede sıralanan suç teşkil eden fiiller oluşturmaktadır. İkinci unsur ise manevî
unsur (mens rea) olan kasttır. Manevî unsurdaki kast, bahsi geçen grupları kısmen veya
tamamen ortadan kaldırmaya yönelik özel bir kasttır38. Aşağıda, sırasıyla soykırım
suçunun maddî ve manevî unsurları ele alınacaktır.
3.2.1. Soykırım Suçunun Maddî Unsuru
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinde beş bent
hâlinde sıralanan fiiller, söz konusu gruplara bedenen ve/veya ruhen zarar vermeye
yöneliktir. Bedenî ve/veya ruhî zarar dışındaki millî, dinî, kültürel, sosyolojik, vb.
özelliklere karşı gerçekleştirilen fiiller, soykırım suçunun kapsamına girmemektedir39.
Maddede belirtilen fiiller tüketici niteliktedir. Dolayısıyla söz konusu fiiller dışındaki
eylemler, soykırım suçunu oluşturmamaktadır40.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinde belirtilen
fiiller ele alındığında ilk sırayı, a bendindeki “gruba mensup olanların öldürülmesi”
almaktadır. Soykırım suçunun en açık ve belirgin hâlini bu fiil oluşturmaktadır41. Bu
bentte bahsedilen fiil millî, etnik, ırkî veya dinî gruplardan birine mensup kişilerin
yaşamlarının kasten sona erdirilmesidir. Öldürme fiilinin, ihmalî bir davranışla
gerçekleşmesi durumunda da soykırım suçu işlenmiş olur42.
Sözleşmede bahsedilen fiillerden ikincisi, 2. maddenin b bendinde düzenlenmiş olan
“grup mensuplarında ciddî bedenî ve zihnî zarara sebep olma”dır. Bu fiil, grup üyelerine
ağır bedenî veya ruhî bir zarar verme anlamına gelmektedir. Fail, işlediği fiillerle ağır bir
zarara yol açmalıdır. İşkence, fizikî ve ruhî taciz, cinsel şiddet, tecavüz, zalimane veya
insanlık dışı muamele, sınır dışı etme gibi uygulamalar, maddede belirtilen fiile örnek
teşkil etmektedir43. Ruhî zararı tespit etmek, bedenî zararla mukayese edildiğinde daha
zordur. Ayrıca bazı fiiller, hem bedenî hem de ruhî zarara yol açabilmektedir. Bu sebeple
gerçekleştirilen eylemlerin bedenî veya ruhî bir zarar doğurup doğurmadığı, her olay
için ayrıca incelenmeye muhtaçtır44. Bunun dışında, bu bende konu olan fiillerden doğan
zararın söz konusu grubu yok etmeye elverişli olması da gerekir.
Soykırım suçunu oluşturan üçüncü fiil, “grubun fizikî varlığını kısmen veya tamamen
ortadan kaldırmaya yönelik olarak kasten yaşam şartlarını değiştirme”dir. 2. maddenin c
bendinde düzenlenmiş olan bu fiil, yaşam koşularının ağırlaştırılması yoluyla yavaş yavaş
yok etmeye dönük bir eylemdir46. Mağdur grubun üyelerinin hayatı ve vücut bütünlüğü
doğrudan saldırıya uğramamakta, dolaylı yollardan yok edilmeye çalışılmaktadır47.
Yaşamın devamını sağlamak üzere yeme-içme, giyinme, temizlik, barınma, sağlık hizmeti,
vb. kaynaklardan yoksun bırakma ve sistematik sürgün, fizikî zahmet, haddinden fazla
çalıştırma gibi yöntemlerle yaşam koşullarını köklü bir şekilde zorlaştıran ya da imkânsız
hâle getiren eylemler, bu kapsama girmektedir. Bu fiilde, neticenin gerçekleşmesi koşulu
aranmamaktadır. Tek tek bireylerin değil bütün bir grubun hedef alındığı bu eylem, ihmalî
surette işlenemez zira tamamen veya kısmen ortadan kaldırmaya yönelik tasarlanmış
yaşam şartları, “yapmama” sonucu ortaya çıkamaz48.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinin d bendinde,
“grup içinde doğumları önlemek amacıyla tedbirler dayatma” fiili yer almaktadır. Nüfus
artışını engellemeye dönük olarak engelleyici tedbirleri içeren bu eylemin kapsamına, bu
amacı gerçekleştirebilecek muhtelif tıbbî müdahaleler girmektedir. “Biyolojik soykırım”
şeklinde nitelendirilen bu fiille izlenen yöntemler aracılığıyla grubun çoğalmasının
önüne geçilerek uzun vadede grubun yok olması amaçlanmaktadır. Kısırlaştırmaya
yönelik ameliyatlar, genetik müdahaleler ve somut olaya göre ilgili grubun sosyolojik
özelliklerinden kaynaklanan daha değişik yöntemler (tecavüz yoluyla gruba mensup
kadınların başka gruba mensup erkekler tarafından kasten hamile bırakılması, zorla
doğum kontrolü, evliliklerin yasaklanması, vb.), uluslararası mahkeme kararları
tarafından d bendi çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu tedbirlerin alınması yeterli
olup failin bu amaca ulaşması şart değildir49.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde düzenlenen son fiil, 2.
maddenin e bendindeki “gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletme”dir.
Gruba mensup 18 yaşından küçük kişilerin ailelerinden zorla alınarak mensubu
bulundukları grupla kültürel bağları koparılmaktadır. Bu naklin sonucunda, başka bir
grubun hâkim olduğu ortam içinde yetiş (tiril) en çocukların yeni bir kimlik kazanmalarına
yol açılmaktadır. Bu fiilin kapsamına sadece fizikî zorlama değil, her türlü psikolojik
eziyet, baskı, şiddete uğrama korkusu gibi manevî yöntemler de girmektedir. Zorlama
fiilleriyle çocuklar, doğal ortamlarından alıkonularak yeni bir yaşam alanı içinde yaşama
mecburiyetinde bırakılmaktadır. Bu fiilde, fizikî imha söz konusu değildir50. Buradaki nakil, süreklilik taşımalıdır. Nakil ve kültürel bağ kopukluğu yoluyla grubun biyolojik
devamlılığı tehlikeye düşürülmektedir51.
2. maddenin e bendindeki “gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletme”
fiiliyle ilgili olarak William A. SCHABAS, Çocuk Hakları Sözleşmesi sebebiyle çocuk
tabirinin 18 yaşından küçükleri kapsadığı yönündeki mutabakatı tam olarak kabul
etmemektedir. Zira SCHABAS, e bendinde düzenlenen eylemin çocukların kendi
kültürel bağlarından koparılması ve farklı bir ortamda yeni bir kimlik kazanması
anlamına geldiğini belirterek, bu eylemin gerçekleşebilmesi için çocukların çok
küçük yaşta ailelerinden ve bulundukları kültürel ortamdan koparılmaları gerektiğini
ifade etmektedir. SCHABAS, yaş grubu itibarıyla 18 yaşına yakın olan çocuklar için
yeni bir kimlik edindirilmesinin oldukça zor olduğu kanaatindedir52. SCHABAS’ın bu
yaklaşımı akla yatkın olmakla birlikte, gözden uzak tutulmaması gereken husus, 2.
maddenin e bendinde yasaklanan fiilin çocuklara zorla başka bir kimlik kazandırmak
olmadığıdır. Bu bentte düzenlenmiş olan fiil, gruba mensup çocukları, kendilerinin ve
yasal temsilcilerinin rızası olmadan bir başka gruba cebren “nakletmek”tir. Dolayısıyla
zorla nakle maruz kalmış ve bahsi geçen gruplardan birine mensup çocukların varlığı
hâlinde, bu fiil gerçekleşmiş olacaktır. Bu çocukların kimlik değiştirip değiştirmediği
2. maddenin e bendinin kapsamı dışındadır. SCHABAS’ın bu yaklaşımı hayatın olağan
akışıyla uyumludur fakat 18 yaşını henüz doldurmamış ya da yakın yaşlardaki çocukların
nakli hâlinde, söz konusu çocuklarda bir kimlik kaybı oluşmasa veya belirgin bir kimlik
değişikliği ortaya çıkmasa dâhi, kendilerinin ve yasal temsilcilerinin rızası dışında bir
nakil sebebiyle bu çocukların Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin
e bendinde belirtilen fiil kapsamında mağdur olarak kabul edilmesi, sözleşmenin lafzı
açısından bakıldığında kanaatimizce mümkün görünmektedir.
Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek fiiliyle ilgili dikkat çekici
bir husus da bu eylemin kültürel bir boyutunun olmasıdır. Her ne kadar soykırım suçu
kapsamında korunan gruplar içinde kültürel gruplar olmasa da 2. maddenin e bendinde
düzenlenen “gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletme” fiili aslında,
bahsi geçen grupların kültürel kimliğini korumaya yöneliktir53. Dolayısıyla sözleşme, en
azından 18 yaşından küçükler açısından kültürel kimliği de kapsamına almıştır. Ayrı ve
bağımsız bir varlık olarak koruma altına alınmamış kültürel grupların eksikliği, bu yolla
bir ölçüde giderilmiş olmaktadır.
3.2.2. Soykırım Suçunun Manevî Unsuru
Soykırım suçunu oluşturan eylemler, yalnızca kasten gerçekleşebilir. Bu suçun taksirle
işlenmesi söz konusu olmaz54 ancak bu eylemlerin genel kastın unsurları olan bilerek ve isteyerek yapılması, soykırım suçu açısından kastın varlığına tek başına delalet
etmez. Bu suç için daha ileri ve gelişmiş özel bir kast (dolus specialis) gereklidir55.
Özel kast, soykırım suçunun gerçekleştiğinin kabul edilebilmesi için aranan katı bir
koşuldur. Söz konusu gruplardan birinin kısmen veya tamamen, ayrı ve belirgin bir
varlık olarak yok edilmesi niyeti, mutlak surette ispatlanmalıdır56. Fail, “soykırım
yapmaya yönelik özel bir kast”la hareket etmeli; soykırım suçuyla ilgili özel bir plan
yapmış olmalıdır. Bu özel planla birlikte soykırımın gerçekleşmesi, soykırım suçunun
ispatı bakımından önem taşımaktadır57. Soykırım suçu için aranan bu özel kast, hem
bu suçun varlık sebebi hem de benzer maddî unsurları taşıyan diğer uluslararası
hukuk suçlarından ayıran özelliğidir58. Özel kast, kasten işlenen bu suçun anahtar
ve ayırıcı unsurudur. Soykırım suçunda bu özel kastın ispatlanamaması durumunda,
işlenen fiiller soykırım olarak değerlendirilemez59. İşlenen fiillerin tamamında bu
özel kastın varlığı gereklidir. Ayrıca bu özel kast, fiiller işlenmeye başlanmadan önce
kararlaştırılmış olmalıdır60.
Soykırım suçunda fail sadece bahsi geçen gruplara mensup kişileri imha maksadıyla
değil aynı zamanda söz konusu grubun gelecek nesillerini de yok etmeye yönelik eylemler
içine girmektedir. Bu sebeple grubu yok etme kastı dışında, grubun üyelerine yönelik
gerçekleştirilen eylemlerde mağdurlar, sırf ilgili grubun üyesi olmaları münasebetiyle
hedef seçilmiş olmalıdırlar61. Burada, mağdurların kişiliği değil bahsi geçen gruplara
aidiyeti önem taşımaktadır62. İmha etme özel kastı, grubun bağımsız ve ayrı kimliğini yok
etmeye yönelik olmalıdır. Genel olarak grubun kültürel özelliklerini ortadan kaldırmaya
yönelik eylemler, soykırım suçu kapsamına girmez63. Eğer kast unsurunda, bu gruplara yönelik özel kast bulunmazsa mağdurların bu gruplardan birinin üyeleri olması bile
soykırım suçunu oluşturmaya yetmez. Bu durumda suçun niteliği değişir64.
Fail, soykırım suçu için aranan özel kastla hareket etmelidir ancak suçun oluşması
için hedeflenen maksada ulaşmak şart değildir. Failin bu amaçla hareket etmesi
yeterlidir65. Öte yandan özel kast, doğrudan doğruya işlenen fillere yönelik olmalı ve
fillerle özel kast arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Ayrıca, normal şartlar altında, fiillerin
doğrudan yok etme amacını sağlamaya elverişli olması da gereklidir.
3.3. Soykırım Suçunda Cezalandırılacak Eylemler
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 3. maddesinde,
cezalandırılacak eylemler sıralanmıştır. Maddede bu eylemler soykırımda bulunmak,
soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak, soykırımı doğrudan ve açık bir şekilde
kışkırtmak, soykırıma teşebbüs etmek ve soykırıma iştirak etmek şeklinde beş bent
hâlinde belirtilmiştir. Maddeden anlaşıldığı üzere, sadece 2. maddede sıralanan fiilleri
doğrudan gerçekleştirmek değil aynı zamanda bu suça teşebbüs ve iştirak gibi suç
tipleri de cezalandırılacak eylemler kapsamındadır.
2. ve 3. madde birlikte değerlendirildiğinde, soykırım suçunu teşkil eden maddî
hareketlerin bazıları için neticenin gerçekleşmesi aranırken, bazıları içinse böyle bir
koşul söz konusu değildir. Örneğin öldürme, bedenî ve ruhî zarar fiillerinde neticenin
gerçekleşmesi gerekirken; grup içi doğumlara engel olmak ve grubun yaşam şartlarının
kötüleştirilmesi eylemlerinde neticenin ortaya çıkmış olmasına gerek yoktur. Dolayısıyla
neticenin gerçekleşmesi gereken durumlarda teşebbüs mümkündür ancak neticenin
aranmadığı fiillerde teşebbüs söz konusu olamaz67.
3. maddede açıkça belirtildiği üzere, soykırıma iştirak etmek de cezalandırılacak
eylemler arasındadır. Soykırıma iştirakte dikkat edilmesi gereken ilk husus, soykırım
suçunun gerçekleşebilmesi için gerekli olan, söz konusu gruplardan birini kısmen veya
tamamen yok etmeye yönelik özel kastın ispatıdır. Bu hususun her türlü şüpheden uzak
bir şekilde ortaya çıkmasından sonra, soykırım suçuna iştirakin varlığı araştırılabilir68.
Öte yandan, iştirak müessesi zaman zaman ikincil bir niteliğe sahip gözükse de soykırım
suçu açısından böyle bir değerlendirme yapmak doğru olmaz çünkü soykırımda
iştirak, genellikle suçun arka planı açısından asıl faili tespit etmek bakımından son derece önemlidir69. Zira 3. maddenin e bendinde düzenlenen soykırıma iştirak siyasî,
askerî veya toplumsal düzlemde sorumlu olanları kapsayan bir niteliğe sahiptir. Bu
zeminde sorumlu olanlar genellikle suçun organize edilmesinden, icrasından ve
benzeri faaliyetlerden sorumlu kişilerdir70. Bir başka husus da soykırım suçuna katılan
failin işlenen bütün suçlara iştirak etmesinin şart olmaması ve bu eylemlerden birine
katılmasının yeterli olmasıdır. Ayrıca, soykırım suçunu açıkça ve doğrudan kışkırtmak
da suç kabul edildiğinden soykırım suçunun icrasına başlanmamış olsa bile aleni ve
doğrudan tahrik de cezalandırılmayı gerektirir71.
3.4. Soykırım Suçunda Sorumluluk
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi açısından bakıldığında iki tür
sorumluluk söz konusudur. Bunlardan ilki, 4. madde kapsamına giren gerçek kişilerin
sorumluluğudur. İkinci sorumluluk hâli ise devletlerin sorumluluğunu düzenleyen 9.
maddede yer almaktadır.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 4. maddesi, soykırım
suçundan sorumlu tutulabilecek gerçek kişileri düzenlemektedir. “Kişilerin
Cezalandırılması” başlıklı bu maddeye göre soykırım suçunu veya 3. maddede belirtilen
eylemlerden herhangi birini gerçekleştiren kişiler cezalandırılırlar. Bu kişilerin anayasaya
göre yetkili yönetici veya kamu görevlisi ya da özel kişi olması, cezalandırmaya engel
teşkil etmemektedir.
4. maddeye bakıldığında suçun faili, sayma yoluyla sınırlandırılmamış ve failde
herhangi bir özellik aranmamıştır. Devlet gücünü kullanan yönetici, asker, polis gibi
kamu görevlilerinin yanında paramiliter birliklerin, gerilla gruplarının, terör örgütlerinin
mensupları gibi özel kişiler de bu suçu işleyebilirler. Dolayısıyla herkes bu suçun faili
olabilir72. Soykırım suçunda, yargılanabilirlik ve cezalandırabilirlik açısından failin
makamının veya görevinin herhangi bir önemi yoktur73. Fail gerçek kişidir ve sorumluluk
da şahsî sorumluluktur. Üst makamların emrini yerini getirmiş olmak, faili soykırım suçu
açısından sorumluluktan kurtarmaz74. Sorumluluk açısından ast-üst ilişkisi, hukukî ya
da fiilî olabilir. Öte yandan üst sıfatını taşıyan kişi açısından sorumluluk, hem şahsen
gerçekleşebilir hem de üst olmaktan kaynaklanabilir. Ayrıca üst, asker ya da sivil
olabilir75.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 9. maddesi ise devletlerin
sorumluluğunu düzenlemektedir. Bu maddeye göre, sözleşmeye taraf olan devletler
arasında sözleşmenin yorumlanmasında, uygulanmasında ya da yerine getirilmesinde ve ayrıca 2. maddede belirtilen soykırım oluşturan fiillerle ve 3. maddedeki eylemlerle ilgili
olarak bir devletin sorumluluğu kapsamında çıkan uyuşmazlıklarda, uyuşmazlığa taraf olan
devletlerden birinin talebi üzerine konu, Uluslararası Adalet Divanı’na taşınabilir. Böyle bir
durumda Uluslararası Adalet Divanı, konuyu hukukî bir uyuşmazlık çerçevesinde çözecektir76.
Uluslararası Adalet Divanı’na verilen bu yetkiyle devletlere tek taraflı bir başvuru yapma
imkânı tanınmıştır ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, Uluslararası Adalet
Divanı’nın gerçek kişiler için yargılama mercii olarak kabul edilmemiş olmasıdır. Divan,
devletler arasındaki uyuşmazlığı inceler ve 9. madde kapsamındaki bu incelemede, sadece
hukukî nitelemeyi yapmakla yetkilidir77. Nitekim Uluslararası Adalet Divanı, Bosna-Hersek’in
başvurusunu kabul etmiş ve Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi
çerçevesinde yargı yetkisi olduğunu belirterek Bosna-Hersek ile Sırbistan-Karadağ
devletleri arasında yargılama yapmıştır. Bu yargılama, bir devletin (Sırbistan-Karadağ)
sözleşme çerçevesinde soykırımla itham edildiği ilk dava niteliğindedir78.
Soykırım suçunun niteliği ve koruduğu menfaat değerlendirildiğinde, bütün
uluslararası toplumun korunması ve kamu düzeninin sağlanması esas alınmaktadır. Bu
sebeple soykırım suçu açısından hukuka uygunluk sebeplerinin varlığı söz konusu olamaz.
Meşru müdafaa, ızdırar hâli, hakkın icrası, kanun hükmünü yerine getirme gibi hukuka
uygunluk sebepleri ile savaş hâli, ülke savunması, amirin emri gibi durumlar da soykırım
suçunda sorumluluğu ortadan kaldırmaz79. Ayrıca, sorumluluğu ortadan kaldırmayan bir
başka mesele de zamanaşımına ilişkindir. 26.11.1968 tarihinde imzalanan ve 11.11.1970’de
yürürlüğe giren “Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Yasal Zamanaşımı
Kısıtlamalarının Uygulanmaması Sözleşmesi” uyarınca, soykırım suçlarının soruşturulması
ve kovuşturulması esnasında zamanaşımı dikkate alınmayacaktır80. Bu sebeple Savaş
Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Yasal Zamanaşımı Kısıtlamalarının Uygulanmaması
Sözleşmesi’nin yürürlüğe girdiği tarihten sonraki ya da sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihte
devam eden soykırım suçuna yönelik eylemlerin soruşturulmasında ve kovuşturulmasında
zamanaşımı sürelerinin uygulanması söz konusu olamayacaktır.
4. Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin Hocalı
Katliamına Uygulanması
Bu bölümde, Yukarı Karabağ sorunu çerçevesinde gerçekleşen vahşetlerden biri olan
ve 25-26 Şubat 1992 tarihleri arasında meydana gelen Hocalı katliamı, 09.12.1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi açısından, aşağıdaki alt başlıklar
esas alınarak incelenecektir.
4.1. Taraf Olma Ehliyeti
Hocalı katliamı, Yukarı Karabağ Bölgesi içinde gerçekleşmiştir. Katliama maruz kalan
kitle, Azerbaycan vatandaşıdır. Saldırıyı yapanlar ise Ermenistan devleti askerî birlikleri
ve Yukarı Karabağ’da yaşayan Ermenilerdir. Ermenistan devleti, kendi askerî birliklerinin
Hocalı’da yer almadığını belirtse de BM Güvenlik Konseyi kararlarından da anlaşıldığı üzere,
Ermenistan devleti ordusuna bağlı birlikler, Yukarı Karabağ’daki silahlı Ermeni gruplarla
birlikte hareket etmişlerdir. Saldırıyı yapanların idarî, malî, askerî ve siyasî açılardan resmî
ve/veya gayrıresmî olarak Ermenistan devletine bağlı olduğu anlaşıldığına ve BM Güvenlik
Konseyi kararlarında da bu hususa işaret edildiğine göre Ermenistan’ın Hocalı’da söz
konusu eylemleri gerçekleştirenler üzerinde etkin denetimi olduğu görülmektedir.81
Etkin denetimle ilgili bir başka veri de Yukarı Karabağ’daki silahlı Ermeni birliklerinde
üst düzey görev yapan kişilerin daha sonra Ermenistan devletinin yöneticileri
olmalarıdır. Robert KOÇARYAN, Serj SARKİSYAN ve Samvel BABAYAN gibi Yukarı
Karabağ’daki Ermenilere komuta eden kimseler, ilerleyen süreçte Ermenistan devletinde
devlet başkanlığı, başbakanlık, bakanlık ve genel kurmay başkanlığı gibi görevlerde
bulunmuşlardır82. Öte yandan, Karabağ sorunuyla ilgili olarak devam eden görüşmelerde
Ermenistan’ın taraf sıfatıyla yer alması, bu sorun kapsamında ortaya çıkmış Hocalı
katliamından Ermenistan’ın soyutlanmasına imkân tanımamaktadır. Bu durumda
mağdurlar Azerbaycan vatandaşları, failler ise Ermenistan vatandaşı olan Ermenistan
askerî görevlileri, Azerbaycan vatandaşı olan Yukarı Karabağ’daki Ermeniler ve 366.
Motorize Alay bünyesinde görev yapan Ruslardır83. Dolayısıyla Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne taraf olma bakımından ele alınması gereken
devletler, Azerbaycan ve Ermenistan’dır. Azerbaycan 16.08.1996 tarihinde, Ermenistan
ise 23.06.1993’te sözleşmeye taraf olmuştur. Bu sebeple Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi hem Azerbaycan’ı hem de Ermenistan’ı bağlar84.
Taraf olma ehliyeti açısından akla gelebilecek bir başka husus da hem Azerbaycan’ın
hem de Ermenistan’ın Hocalı’da gerçekleşen katliamdan sonra, Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi’ne taraf olmasıdır. Bu durum, Azerbaycan ve Ermenistan
açısından soykırım suçundan sorumlu tutulmamayı sağlamaz. Zira bu suç, uluslararası
toplum ve uluslararası ceza mahkemeleri tarafından örf-âdet hukuku kapsamında
kabul edilmektedir. Ayrıca soykırım suçu, emredici kurallara (jus cogens) aykırılık teşkil
ettiği gibi uluslararası toplumun her üyesine sorumluluk getiren ve herkese karşı ileri
sürülebilen bir etkiye (erga omnes) sahiptir. Uluslararası toplum üyelerinin soykırım
suçuyla bağlı olması için akdî bir yükümlülük altına girmiş olmaları şart değildir85.
4.2. Yargılama Yetkisi
Yukarı Karabağ Bölgesi içinde stratejik bir öneme sahip olan Hocalı, coğrafî olarak
Azerbaycan toprakları içinde yer almaktadır. Hocalı’ya yönelik saldırıların başladığı
andan günümüze kadar geçen süre içinde, BM Güvenlik Konseyi’nin yukarıda
bahsedilen kararlarından da anlaşılacağı üzere, Yukarı Karabağ Bölgesi Ermenistan’ın
işgali altındadır. Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 6. maddesi
uyarınca, soykırım suçunu gerçekleştirdiği iddiasıyla suç isnadında bulunulan kimseler,
suçun işlendiği devletin yetkili yargı organları önünde veya tarafların yargılama yetkisini
kabul etmesi durumunda, uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanırlar. Bu
durumda, soykırım suçunun işlendiği iddia edilen Hocalı, Azerbaycan toprakları içinde
bulunduğuna göre, yargılama yapma yetkisi öncelikle Azerbaycan mahkemelerine
aittir. Azerbaycan ve Ermenistan arasında bir mutabakat olması hâlinde ise 6. maddede
belirtildiği üzere, uluslararası bir ceza mahkemesi de yetkili kılınabilir. Tarafların Yukarı
Karabağ sorunuyla ilgili herhangi bir zeminde ilerleme kaydedemediği düşünüldüğünde,
bu son ihtimâlin hayata geçmesi, oldukça düşüktür.
Yargılama yetkisi kapsamında belirtilmesi gereken bir başka husus da Uluslararası
Adalet Divanı’nın yetkisidir. Yukarıda da bahsedildiği üzere, Soykırımın Önlenmesi
ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 9. maddesi uyarınca bir devletin sorumluluğu
kapsamında çıkan uyuşmazlıklarda, sözleşmeye taraf olan devletlerden birinin başvurusu
üzerine, Uluslararası Adalet Divanı 9. madde çerçevesinde bir yargılama yapabilmektedir.
Bu sebeple Azerbaycan’ın ve Ermenistan’ın sözleşmeye taraf olmasından mütevellit, Azerbaycan’ın Uluslararası Adalet Divanı’na 9. madde kapsamında başvuru yapma
hakkı bulunmaktadır.
4.3. Zaman Bakımından Yetki
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, 09.12.1948 tarihinde imzalanmış
ve 12.01.1951’de uluslararası hukuk açısından yürürlüğe girmiştir. Sözleşmede aksine bir
hüküm bulunmadığından bu sözleşme, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 28.
maddesi uyarınca86, yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olaylara uygulanır87. Hocalı katliamı
25-26 Şubat 1992 tarihlerinde gerçekleştiğinden, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması
Sözleşmesi, Hocalı’da gerçekleşen fiillere uygulanabilir. Öte yandan, 26.11.1968 tarihinde
imzalanan ve 11.11.1970’de yürürlüğe giren Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Yasal
Zamanaşımı Kısıtlamalarının Uygulanmaması Sözleşmesi’ne göre, soykırım suçlarının
soruşturulması ve kovuşturulması sırasında zamanaşımı dikkate alınmayacağından, Hocalı
katliamıyla ilgili olarak zamanaşımı iddiası da ileri sürülemeyecektir.
4.4. Hocalı’da İşlenen Fiillerin Soykırım Suçunun Unsurları Bakımından
Değerlendirilmesi
4.4.1. Maddi Unsur
Hocalı’da işlenen fiiller, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2.
maddesinde beş bent hâlinde sıralanan fiillerden ilk üçüne uymaktadır. Bunlardan ilki, 2.
maddenin a bendinde yer alan “grup üyelerinin öldürülmesi”, eylemidir. Yukarıda, Hocalı
katliamıyla ilgili olarak belirtilen veriler ve deliller ışığında, 613 kişinin öldürüldüğü
bilinmektedir. Soykırım suçunun en açık ve belirgin hâli olan öldürme fiilinin bilerek
ve isteyerek gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır zira bu sayıda insanı taksirle öldürmek,
hayatın olağan akışına uygun değildir.
Sözleşmenin 2. maddesinin b bendinde düzenlenen “grup mensuplarında ciddî
bedenî ve zihnî zarara sebep olma” fiili de Hocalı’da gerçekleştirilmiştir. Saldırılarda
487 kişi sakat kalmış, 1275 kişi ise alıkonulmuştur. Ayrıca Hocalı sakinleri işkenceye,
fizikî ve ruhî tacize, tecavüze ve pek çok insanlık dışı muameleye maruz kalmışlardır.
Sakat bırakılanlarda ve fizikî müdahaleye muhatap olanlarda ortaya ciddi bedenî
tahribat çıkmıştır. Alıkonulan şahıslardan serbest bırakılanlar ile ruhî tacize ve tecavüze
uğrayanlar için ise için ciddi bir ruhî çöküntü gerçekleşmesi hayatın olağan akışı içinde
normal karşılanmalıdır. Gerçekleştirilen fiillerin pek çoğu, hem bedenî hem de ruhî
zarara yol açmıştır. Öte yandan, alıkonulanların bir kısmının akıbetinin aradan geçen
yirmi yıldan fazla süreye rağmen hâlâ belirsiz olması ise Hocalı sakinlerinin ve genel
olarak Azerbaycan Türklerinin psikolojik durumunu ciddi surette etkileyecek niteliktedir.
Hocalı’da meydana gelen fiillerle ilgili Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması
Sözleşmesi’nde belirtilen eylemlere uyan son husus, 2. maddenin c bendinde belirtilen
“grubun fizikî varlığını kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olarak kasten
yaşam şartlarını değiştirmek”tir. Hocalı katliamının gerçekleştiği tarihten yaklaşık beş
ay önce başlamak üzere, Hocalı sakinleri Ermeni birliklerinin değişik uygulamalarına
maruz kalmıştır. Ekim 1991’den itibaren silahlı abluka altında olan Hocalı’da, katliamın
gerçekleştiği 25-26 Şubat 1992 tarihine kadar ulaşım imkânı kısıtlanmış; yiyecek, yakıt,
vb. temel ihtiyaç maddeleri ikmâli engellenmiş; ayrıca bu süre zarfında her gün ağır
bombardıman gerçekleştirilmiştir. Bu eylemlerle Hocalı sakinleri için yaşam koşulları
ağırlaştırılmış, doğrudan gerçekleştirilen eylemlerin yanı sıra dolaylı yollarla da yok
etmeye yönelik sistematik bir faaliyette bulunulmuştur. Yaşam şartlarının köklü bir
şekilde değiştirilmesi ve hatta imkânsız hâle getirilmesi, söz konusu olmuştur.
Maddî unsur çerçevesinde belirtilmesi gereken bir diğer husus da devletlerin
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi çerçevesinde, soykırımı önleme
ve bu suçu işleyenleri cezalandırma yükümlülüğünün de bulunmasıdır. Uluslararası
Adalet Divanı’nın yukarıda bahsedilen Bosna-Hersek ile Sırbistan-Karadağ arasındaki
yargılama sonucunda verdiği kararda da belirtildiği üzere, sözleşmenin ihlâli, sadece
sözleşmede belirtilen eylemlerin gerçekleştirilmesini değil aynı zamanda bu fiillerin
gerçekleştirilmesinin önlenmesini ve bu fiilleri gerçekleştirenleri cezalandırmayı da
kapsamaktadır. Dolayısıyla devletler için “yapmama, yapılmasını önleme ve yapılanı
cezalandırma” yükümlülükleri söz konusudur. Bu kapsamda Ermenistan, etkin denetimi
altında bulunan faillerin gerçekleştirdiği eylemlerle ilgili olarak yaklaşık beş ay boyunca
herhangi bir önleyici tedbir almamış; Hocalı’da sivillere yönelik olarak gerçekleştirilen
fiillerin işlenmesi esnasında, eylemlerin sona erdirilmesine yönelik hiçbir irade beyanında
bulunmamıştır. Ayrıca Ermenistan, bu fiilleri gerçekleştirenlerle ilgili kovuşturma
yapmamış ve dolayısıyla failleri cezalandırma yoluna gitmemiştir. Bu sebeple Ermenistan,
soykırımın önlenmesi ve cezalandırılması yükümlülüğünü de ihlâl etmiştir.
4.4.2. Manevî Unsur
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde düzenlenmiş olan soykırım
suçunun gerçekleşmesinde kilit rolü, suçun manevî unsuru oluşturmaktadır. Yukarıda
ele alındığı üzere, soykırım suçunun kabul edilebilmesi için sözleşmede belirtilen
fiillerin millî, etnik, dinî veya ırkî bir grubun kısmen veya tamamen yok edilmesi
niyetiyle gerçekleştirilmesi gereklidir. Bu grup mensuplarına yönelik eylemler, grup
üyelerinin kişiliğinden değil mağdurların ilgili gruplardan birine mensup olmasından
kaynaklanmalıdır. Ayrıca, imha etme kastının grubun varlığını/kimliğini ortadan
kaldırmaya yönelik olması da gerekmektedir. Dolayısıyla, sıralanan özelliklere sahip
bu özel kast yoksa veya ispatlanamıyorsa soykırım suçunun işlendiğinin kabul edilmesi
mümkün olmayacaktır.
Hocalı’da gerçekleştirilen fiillerin mağdurlarına bakıldığında, öncelikle mağdurların
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde belirtilen gruplardan birinin
üyesi olup olmadığı incelenmelidir. Bu fiillere maruz kalanların Azerbaycan Türkleri olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Ermenilerin saldırıları etnik ve millî bir gruba yönelik
olarak gerçekleştirilmiştir. İkinci olarak ele alınması gereken husus, mağdurların
kısmen veya tamamen imha edilmiş olması ölçütünü karşılayıp karşılamadığıdır.
Bu kapsamda dikkat edilmesi gereken ilk husus söz konusu fiillerin mağdurlarının
Hocalı sınırları içinde yaşayıp yaşamadıklarıdır. Kısmen veya tamamen imha edilmiş
olmanın ölçüsü, Hocalı’nın resmî sınırları içinde yaşayan halk dikkate alınarak tayin
edilecektir. Bu noktadan bakıldığında, mağdurların tamamının Hocalı sakini olduğu
ve gerçekleştirilen eylemlerin Hocalı sınırları içinde meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Bir diğer husus, Hocalı sakinlerinin kısmen veya tamamen yok edilip edilmediğidir.
Hocalı’da yaşayanların tamamı yok edilmemiştir. Bununla birlikte, Hocalı’nın uzun
süre abluka altında tutulduğu, yaşam şartlarının ağırlaştırıldığı ve hayatta kalmanın
kademe kademe imkânsızlaştırıldığı göz önüne alındığında, Soykırımın Önlenmesi
ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde aranan “tamamen imha”ya yönelik eylemlerin
gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Öte yandan, sözleşmede belirtilen “kısmen imha” ölçütü
ele alındığında, Hocalı’da öldürülenlerin; sakat bırakılanların; alıkonulup kaçırılanların;
işkenceye, ruhî ve bedenî tacize muhatap olanların ve sözleşmede belirtilen benzeri
eylemlere maruz kalanların sayısı belirleyici olacaktır. Hocalı’da gerçekleştirilen bu
fiillerin mağdurlarının sayısı, Hocalı nüfusunun ezici bir çoğunluğuna denk gelmektedir ki
bu da kısmen veya tamamen imha şartının gerçekleştiği yönünde bir kanaat oluşmasına
yol açmaktadır. Zira Hocalı’nın o tarihteki nüfusu, 11.356’dır ancak Ermeni saldırılarının
başlamasından sonra bölgede yaşayan Türkler, aşama aşama Hocalı’yı terk etmişlerdir.
Olay gecesi Hocalı’da yaşayan Türklerin nüfusu, yaklaşık 3.000’dir88. Hocalı’da yaklaşık
beş aylık bir süre boyunca gerçekleştirilen eylemler, Hocalı’yı haritadan silmeye yönelik
bir amacın olduğu kanaatini uyandırmaktadır.
Soykırım suçunun manevî unsuru bakımından ele alınması gereken son ve en
önemli husus ise bir grubu kısmen veya tamamen imha etme kastının ispatıdır. Yani,
Hocalı’da yaşayan Türklerin millî ve etnik bir grubun mensubu olmaları münasebetiyle
kısmen veya tamamen imha edilmesine yönelik niyetin varlığıdır. Bu niyetin varlığını
gösteren en önemli hususlardan biri, bahsi geçen fiillerin planlı ve sistematik bir şekilde
işlenmiş olması; diğeri ise failin ikrarıdır. Fiillerin planlı ve sistematik bir şekilde hayata
geçirildiğini söylemek, Hocalı’da gerçekleşen eylemler bakımından mümkündür. Zira
Hocalı’da Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinin ilk
üç bendinde yer alan fiiller, yaklaşık beş ay boyunca aşama aşama hayata geçirilmiştir.
Silahlı ablukayla başlayan eylemler, Hocalı’ya giriş-çıkışın engellenmesiyle devam etmiş;
temel ihtiyaç maddelerinin bitmesiyle ve ikmâl imkânlarının engellenmesiyle sonuçlanan
uygulamalara yol açmıştır. Hocalı’da yaşayan sivillerin yaşam şartlarının ağırlaştırılması
suretiyle yok edilmesine yönelik bu eylemler, uzun bir süreye yayıldığı için burada planlı
bir faaliyet olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan 25 Şubat 1992 gecesi başlayan ve ertesi
gün devam eden öldürme, sakat bırakma, işkence yapma, ruhî ve fizikî tacizde bulunma, vb. eylemler de bu sistematik uygulamaların son aşamasını oluşturmuş ve soykırım suçu
açısından aranan özel kast şartının varlığını pekiştirmiştir. Soykırım suçunun şartları
açısından planlı ve organize bir eylemin varlığı şart olmamakla birlikte, uluslararası
ceza mahkemeleri tarafından verilen kararlarda, özel kastın varlığının ispatında planlı
eylemler önemli bir karine teşkil etmektedir.
Soykırım suçunda, bir grubu kısmen veya tamamen imha etme niyetinin ispatında
yararlanılabilecek ikinci elverişli araç da faillerin ikrarıdır. Dönemin Ermenistan Savunma
Bakanı olan ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı da yapan Serj SARKİSYAN kendisiyle yapılan
mülakatta sorulan bir soru üzerine, “Bu konuda yüksek sesle konuşmak istemiyoruz.
Hocalı’ya kadar Azerbaycanlılar bizim sivillere saldıramayacağımızı düşünüyordu fakat
Hocalı’da biz bu kalıbı kırdık.” mealinde bir cevap vermiştir89. Azerbaycan ile Ermenistan
arasında, Karabağ sorunu çerçevesinde savaşın başladığı döneme denk gelen Hocalı
katliamıyla ilgili olarak SARKİSYAN tarafından yapılan açıklama, Ermenistan devleti
silahlı birliklerinin ve onlarla beraber hareket eden Yukarı Karabağ’daki silahlı Ermeni
gruplarının sivillere saldırdığının en üst düzeydeki ifadesidir. Dönemin Savunma Bakanı
SARKİSYAN’ın ikrarı Hocalı’nın stratejik önemi sebebiyle işgaline, bölgenin Türklerden
tamamen arındırılmak istendiğine yönelik resmî bir politikanın varlığına ve bu politikanın
hayata geçirildiğine dair önemli bir kanıttır90. Nitekim uluslararası ceza mahkemeleri,
faillerin sözlerinin ciddi bir delil teşkil ettiğini kabul etmektedir. Dolayısıyla bu itiraf
çerçevesinde, yalnızca Hocalı’da katliamı gerçekleştiren askerî birlikler ve sorumlular
için değil, dönemin Ermenistan devleti yöneticileri ve resmî makamları ile tüzel kişilik
olarak Ermenistan devleti için de soykırım suçu açısından bir sorumluluk doğması
mümkündür.
Sonuç
Temelde birkaç yüzyıldır devam eden Karabağ sorunu, günümüze kadar pek çok dramı
da beraberinde taşımıştır. Bu dramlardan biri olan Hocalı’da gerçekleştirilen katliam,
maalesef uluslararası silahlı çatışmaların pek çoğunda olduğu gibi sivilleri hedef almış bir
kıyımdır. Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi göz önüne alındığında,
Hocalı katliamının adi suçlar sınıfına girmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. Zira
BM Güvenlik Konseyi kararlarında da belirtildiği üzere, Ermenistan devleti silahlı birlikleri
ve Yukarı Karabağ’daki silahlı Ermeni unsurlar, 366. Motorize Alay’ın da desteğiyle sivil
Türklere yönelik planlı ve sistematik bir eylem gerçekleştirmişlerdir. Hocalı katliamından
yaklaşık beş ay önce başlayan bu uygulamalar, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi çerçevesinde soykırım suçunun unsurlarını taşımaktadır. Bu bağlamda,
Hocalı’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması
Sözleşmesi’ne göre soykırıma maruz kaldığını söylemek mümkündür. Öte yandan,
Ermenistan devletinin Hocalı’da bahsi geçen eylemleri gerçekleştirenler üzerinde etkin
denetime sahip olduğu bilindiğinden, eylemlerin faillerini engellemeye yönelik bir tedbir
almaması ve irade beyan etmemesi, gerçekleştirilen eylemlerden sonra faillerle ilgili
kovuşturma yapmaması, Ermenistan’ın sözleşme çerçevesinde soykırımı önlenme ve
cezalandırma yükümlülüğünü ihlâl ettiği sonucunu da doğurmaktadır.
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre
soykırım suçunu işlediği iddia edilen kimseler, suçun işlendiği yer mahkemesi tarafından
yargılanabilir. Bu durumda, soykırım yaptığı iddia edilen kişiler, Azerbaycan tarafından
soykırım gerçekleştirdikleri gerekçesiyle Azerbaycan’daki yetkili ve görevli yargı
organlarının karşısına çıkarılabilir. Öte yandan Azerbaycan, 6. maddede belirtilen
uluslararası bir ceza mahkemesi kurulması yönünde de girişimlerde bulunabilir.
Ermenistan’ın kabulüne bağlı olan bu seçeneğin gerçekleşme ihtimâli düşük bir
yüzdeye sahip olsa da Azerbaycan’ın uluslararası toplum nezdinde bu yönde de bir çaba
göstermesi gereklidir. Ayrıca Azerbaycan’ın Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması
Sözleşmesi’nin 9. maddesi uyarınca, Ermenistan resmî makamlarının Hocalı
katliamındaki sorumluluğu sebebiyle konuyu, Uluslararası Adalet Divanı’na taşıma hakkı
da bulunmaktadır. 9. maddeye göre her ne kadar Uluslararası Adalet Divanı, gerçek
kişiler için bir yargılama mercii olmasa da sözleşme kapsamında, taraf olan devletler
arasındaki uyuşmazlıkları inceleme yetkisine sahip olması münasebetiyle önemli bir
uluslararası yargı zeminidir. Bu sebeple Azerbaycan, soykırım suçunu işlemek, bu suçun
işlenmesini önlemek ve failleri cezalandırmak yükümlülüklerini ihlâl ettiği gerekçesiyle
Ermenistan aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmalıdır.
Hocalı katliamıyla ilgili olarak işaret edilen hukukî boyutun yanında, Yukarı
Karabağ sorununun uluslararası toplumun önemli oyuncularının gündeminde olduğu
da gözden uzak tutulmamalıdır. Uluslararası hukukun uluslararası ilişkilerin işleyişinden
önemli ölçüde etkilendiği bilindiğinden, Azerbaycan’ın uluslararası hukuk zeminindeki
girişimlerinde Hocalı katliamının ve Yukarı Karabağ sorununun siyasî yönünü göz ardı
etmemesi gerekmektedir. Bu sebeple Azerbaycan’ın bir yandan da bu konu üzerinde
ciddi bir kamuoyu oluşturması, ayrı bir zarurettir. Son yıllarda Azerbaycan’ın bu konuda
adımlar atmaya başladığı gözlenmektedir. Bu adımların sıklaşması ve konunun bir an
önce hukuk zeminine de çekilmesi, Yukarı Karabağ sorununun çözümünde Azerbaycan
için ciddi bir koz olacaktır. Öte yandan Azerbaycan’ın attığı ve atacağı adımlarda,
Türkiye’nin azamî destek vermesi şarttır. Sözde soykırım iddialarıyla sürekli başı
ağrıtılan Türkiye’nin bu konuda vereceği destek hem kendi dış politikasının bir gereği
hem de resmî söylemlere yansıyan, Azerbaycan ile “iki devlet-tek millet” olmasının
doğal bir sonucudur.
Yorum Yazın